17 Şubat 2010 Çarşamba

Sen/siz

Şimdi sen gittikten sonra televizyonun karşısına geçmiş zamanın akıp geçmesini ve uykumun gelmesiyle birlikte yatıp bir başka günün sabahından tekrardan zamanın akıp geçmesini ve döngüsel olarak hep ayrı bir tarihte ama hep aynı günü yaşamayı bekliyorum. Evet her zaman olduğu gibi. Bazı şeyler hiç değişmiyor.
Derin nefesler alıyorum biraz daha fazla duyumsayabilmek için boş odada bıraktığın loş ve ıssız sensizliği. Her nefeste biraz daha yoğun bir şekilde içime çöküyor yokluğun. Burada olmuş olman. Daha doğru bir anlatımla, bu odaya ve hayatıma girmiş olman şu an ise yokluğunla birlikte tek başıma kalmış olmam bana içten içe derin acılar veriyor. Hatta bu odada hiç bulunmamış olsan ve hayatımın kenarından teğet geçen bir çizgiyle özdeşleşmiş olsan bu kadar yanmazdı canım. Çünkü o zaman hiçliğin gölgesine sıkıştırıp da kendimi ikna edebilirdim hiç olmadığına ve hiç bir zaman da olmayacağına.
Ama öyle değil işte. Bir belirip bir yok olan bir silüet olarak sen, hayatımın ve günümün belirli dönem ve saatlari arasında gösterip bana yüzünü ortadan bir anda yok olup gidiyorsun. Ve bu karmaşanın içinde varlık ile yokluk arasında gidip gelen seni; ne tam olarak kazanabiliyorum ne de tam olarak senden yitip gidebiliyorum. İş böyle olunca sana ne sen ne de siz olarak hitab edebiliyorum. Herşey sizinle başlayıp seninle bitiyor. Elif...

Hiç yorum yok: